11.7.12

Sadece ona hediye edebileceğim, dünyanın en güzel isimli romanıydı;

"Korkma Ben Varım"



Ve edildi.

12.6.12

Bu bir veda yazısı değil kesinlikle. Belki de sadece "artık bir şeyler öldü" demenin dışa vurumu.
İlk defa yazı yazarken ağlamıyorum, ilk defa adına yazdığım milyon kelime taneleri altında ezilmiyorum, ilk defa fonda çalan şarkı canımı acıtmıyor. Biliyor musun? ilk defa sana seslenirken tebessüm edebiliyorum.
Bu güzel bir yazı olmayacak elbette.
Biliyorum, insan acı çekmiyorsa güzel şeyler yazamaz. Çünkü mutluluğun tarifi yoktur.
Ben sadece sana sesleniyorum. Tüm iyiliklerle ve kötülüklerle.
Kafam çok karıştı, zikredeceğim kelimeler birbirine karıştı.

Biliyor musun, ben elimden geleni değil; elimden gelemeyen her şeyi yaptım aslında.
Sevdim, aşık oldum, sahiplendim, sahiplenmene sonsuz izin verdim, koştum, ağladım, yalvardım, gitme dedim. "Gitmem gerekiyor" dedin, "o zaman mutlu ol be" dedim.
Mutsuzluğumu sana bahşetmeyeceğim merak etme dedim.
Öldüğümü bilmeyeceksin dedim.

Biliyor musun, şu dünyada bir seni tanımlayamadım ben. Biri arkadaşımdı, biri dostum, biri düşmanım, biri sevgilim...
Sen ise sanırım, evet evet sanırım sen hepsiydin.
Sevgilim ve dostum kelimeleri aslında aynı şeylerdi. Bir insan neden dost olarak görmediği biriyle birlikte olur ki, hiç anlayamadım. Ben belki de bu yüzden kolay kolay vazgeçemiyorum senden, he ne dersin?
Her neyse, bak konu yine dağılıyor.
Biliyor musun, seni hala köpek gibi seviyorum aslında ama eskisi kadar acı çekemiyorum.
Bir şeyler köreliyor mu artık, he ne dersin?
Bu güzel bir şey değil. Ben bunu istemiyorum ama hayat amına koyayım.
Bizi hep istemediğimiz yerlerde yaşatıyor.
Sen benden değil, ben senden kopuyorum yavaş yavaş bunu artık ikimiz de biliyoruz değil mi? Seninle her konuşmamızda bu lanet durumu hissedebiliyorsun.
Sen kopmamı istemiyorsun. Peki ya ben?
Of her neyse, aklımdaki saçma sapan tonlarca düşünceyi toparlayamıyorum.
İşin özeti "ah be canım adam" demekle yetiniyorum.

-yazıyı da hiç okumuyorum ki bir iki hafta okuduğumda eğleneyim diye.

3.6.12

" Dudaklarım gerisin geriye çekildi; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim. Beklerken, özlemenin hangi geçitleri geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını anlatamadım. Evet, bilmiyordum. Bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözlük kullanıyordum hala ama seni seviyordum. Ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Çiğnemeye çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, farketmiyordu hiçbir şey. Küçük bir ateş. Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri, hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden karşındaki.

Kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. Uzayın adını ben koymadım. Uzayın adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. Rahatlatır beni o. Bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm. Yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar, romantizme uyum sağlamak için de değil. Öyle, işin gerçeği budur. Yağmurlar, bu dünyaya ait sanma. Bembeyaz bir yalnızlığın olmalı senin de. Lekesiz bir yalnızlık, lekelenmeye müsait bir yalnızlık. Tedirginliğini buna bağlıyorum seni seyrederken. Pişmansın. Pişmansın kapıp koyveremediğin için sanki. Elinde olsa, avaz avaz bağıracaksın sokaklarda. ‘Neyim ben?’ diye haykıracaksın. Olmuyor tabii, olmuyor. Sıyrılır gibi lüzumsuz bir yerden, sıyrılıp kendi affına sığınıyorsun. Beni anlayacağın günler gelecek. Beni de göreceksin. Benimle tamamlanacak bir şeye benziyorsun çünkü. Korkma lütfen.

Olması gerektiği kadar fedakar biriyim aslında; daha fazlasını umma açıkçası. Endişelerim, ideallerim, halletmeye çalıştığım meselelerim var. Başkalaşmaya çalışıyorum. Gözardı edilmiş tutumlar edinmek hoş. Değişmek, hiç de zor değil. Yalnızca özgür olabilsem, sorun kalmayacakmış gibi sanki. Anlaşılmak istiyorum; sevdiğim bir şarkıyı herhangi biriyle paylaşırken aynı duyguları hissetmek arzusu bu. Evet, tıpkı bu. Sese, ahenge kapılırken, kendini müziğin ritmine verirken yanında bir diğerinin olabilmesi; görkemli bir anda birlikte sadeleşebilmek. Birlikte dansedebilmek gibi. Sen hastayken başucunda birinin sabaha kadar oturması gibi. Arada bir alnındaki teri silmesi, üstünün açılmamasına dikkat etmesi gibi. Bir başkası için hayatta kalma çabası gibi sanki. Ölmek için değil, yaşamak için uğraşmak gibi. Ummadan, hayal etmeden, sıradan, olduğu gibi. Doğal ve ciddi. Ciddi ciddi hayatla mücadele edebilme gücü. Bu gücü yanyanayken yaratabilme yeteneği. Ben bu yeteneğin bir parçası olarak sokuluyorum sana. Masallarla geliyorum, efsanelerle geliyorum. Herhangi bir insanın birikimiyle geliyorum aslında. Artniyetsizim, inan.

Bazı sorulara cevap bulamadım; kuşkusuz gerekli de değildi bu. Soruyu soru halinde bırakıp sahici yanını korumaya çalışmam, cehalet mi sanıldı acaba? Bedenlerin bedenlerden istedikleri, ruhların ruhlardan çıkarttıkları, karşılıklı acıların birbirlerinin etkisini arttırdıkları vakitlerde düştün aklıma. Aklıma yayıldın. Ne kaybedebilir, ne kazanabilirdim ki artık; ortadaydım işte. Bir başkasının mal varlığına dönüşmeden yaşayabilmenin yalnızlığıydı bu. Hayır, melankoli diye adlandırma bu durumu; ortak bir açı yakalayamama sorunu galiba. Her kadın gibi doğurmak hevesi, her erkek gibi dağların doruklarında biraz gözden ırak hüzünlenme denemeleri aslında. Kusura bakma, kafam biraz dağınık.

İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir. Kızmamalısın, darılmamalısın eğer bir kardeşlik varsa aranızda. Sevgi, hoşgörü takıntıları da değil. Bir elmanın kırmızı olması, bir gülün öyle kokması, bir derdin halledilmesinin ardından gelen ferahlık kadar sıradan ve güzeldir hata yapmak da. Aşka çılgınlığın yakıştığı çağları neden unutalım? Neden tarihin çuvalına tıkalım tatlı serseriliği, az biraz sergüzeşt olmayı? Ilımlılık mı kurtaracak insanlığı? Alttan alma mı örtecek bunca çirkefi, zorluğu, belayı? Demokrasi, senin saçlarından güzel olamaz. Senin yüzünden daha güzel olamaz krediler, faizler, repolar, tahviller. Dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değil, beni terkettiğin gecedir. Beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir. Bir kabahat mi gerçekten kendi dışında birine hayranlık beslemek? Gerçekten kırıyorsun beni.

Birinin peşindeyim ben; tanımsız bıraktığım birinin. Sessizliğin doyurduğu, biçimli ve endişeli birinin. Düşüncelerimi zapteden, kelimelerimi korkutan birinin. Yanında huzurlu uyuduğum, mutlu uyandığım birinin. Onunla olmakla, onunla birlikte yaşamakla gizli bir gurur duyduğum, asla kıskançlığa ya da sahiplenmeye dönüşmeyen bir tutkuyla bağlandığım birinin. Onu arıyorum göğe her baktığımda; bir melek gibi uzanıp yüzüme dokunacağını tasarlıyorum. Bütün aşkların payına düşen şiddetten arınmış, başkalarına aynı; birbirimize farklı koktuğumuz bir sevginin yolu bu. Cesaretimi ondan alıyorum pervasızca ve yine ona ben cesaret veriyorum mücadele ruhunda. Bir sır gibi saklıyoruz misafirliğimizi. Hüzün bitince geri döneceğiz çağımıza. İnsanlığa karışmaya hazır yapışık kalpler taşıyoruz aşkımızda. Bizim aşkımız hakikaten beden gücü gerektiriyor akıl kadar. Yapacak çok işimiz var. Dövüşecek çok düşmanımız var. Kucaklayacak çok arkadaşımız var. Bizim sebebimiz bu, bizim fazlalığımız bu. Belki de iksirimiz. Kanayan yüzlerle çevrili bir gezegende, fırtınaya karışan bellek tozlarımızla, erdemlerimizle, ideallerimizle ayaktayız. Yalan söylemiyorum.

Evet, sen de isterdin sanırım huzurlu yaşayabileceğin bir hayatın planlarını yapabilmeyi; kolaya indirgenmiş, biraz fazlayı aşırılıkta aramayan, ölçülü bir heyecanla kritersiz bir maceraya aday kahraman olmayı. “Rüzgara dur, yağmura yağma, mevsime değiş” demeyi; doğru, hepimizde biraz tanrıyı kıskanmak var galiba. Bütün günahlar da buradan kaynaklanıyor adeta. Hırslarımızın, çekincelerimizin odağı burası. Kazanmaktan çok, kaybetmeyi göze alabiliyoruz. Çikolata bile kurtlanabilir, dondurma erir, çiçek solar. Galiba önemli olan, onları yerinde yaşamak, yerinde korumak; birer hatıraya dönüşseler bile. Kaç ölüme kaç doğuma şahit olduğunu hatırlayabiliyor musun? Sevmek, ifade edebilmek kadar, ifadeyi unutmamaktır da.

Şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. Çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. Aynı otobandaydık ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. Hafızasızlığı, gurur saymanın adil yanı. Hangimiz süratliydik, önemi kalmadı. Hangimiz daha özveriliydik; bunun da. Umarım mutlu olursun. Bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. Hiç kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte. Yüzüme öyle bakma nefretle.

Benden uzaklaştıkça, bana ait olandan yakanı sıyırdıkça rahatlayacağını, her şeye yeniden başlayabileceğini sanıyorsun. Kim bilir, doğrudur belki de. Adımın yaşamadığı, adımın özlemle anılmadığı yerlerde kime umut verebilirim ki zaten? Romantizmin tehlikesi büyük, romantizmin tehlikesi büyük. romantizmin esrarı büyüleyici. Romantizmin kanına girdiği insanlar bencil ve hırslı.
Ben seninle birlikte yaşlanabilecek kadar erken yola çıkmayı istemiştim; maceramız uzundu çünkü. Maceramızın tahakküm altına alınamayacak kadar mükemmel olması, donanımımızla ilişkiliydi. Yani, sen ne kadar sevecensen, ben ne kadar yıpratıcıysam o da o kadar mükemmeldi. Özveri denebilir buna. Evet, buna özveri demek beni mutlu ediyor. İnsan, özverinin çocuklara ad olarak verilebileceği bir dünyada tanımını kaybediyor. Bu kaybedişteki kaosun ritmiyle çekiliyorum sana. Sen bir mıknatıssın şeffaf ve ben, çekilirken sana içimdeki alelade metal parçalarıyla, kan şekerim düşüyor, ağzım düşüyor, ellerim.. en çok da ellerim düşüyor.

Ben seni kırmak için yaratılmadım. Uzun zamandır seni planlıyorum haksızca; cezalandırılacak kadar mı yabancı, tanınmaz ve suç yüklüydüm? Belki; seni çok yıprattığımın, bıraktığımın elbette farkına vardım, ama her şey mi benim aleyhte varoluşumla açıklanabilir? Beni, başta sana olmak üzere kimliklere karşı saldırganlaştıran koşulları tek başıma ben mi oluşturdum? Seni kaybettim, bunu biliyorum. Seni kaybettiğimi sen çekip gitmeden önce de biliyordum. Ortadaydı, bedel ve kefalet ortadaydı. Senin hakkında bir satır yazmamaya çalışmamın nedenini hiç düşündün mü? Sana ait olanları içten içe koruma uğraşı mıydı sanki bu; kuşkusuz. Hala da saygıyla ağlıyorum. Büyük bir tesadüfe yenildim, büyük bir eksen kaymasıyla, sihirbazın şapkasında sıkışıp kalan tavşan gibi.

Elbette kızıyorsun bana. Belki en çok da bu zayıflığıma kızıyorsun; tedirginliğime, seni kaybetme endişeme, telaşıma, şaşkınlığıma, titreyişime, ürpermeme, anlamlarını anlamamış kelimelerle yetinmeme, müzakerelerde bulunmama, buhranların yorduğu bir gençlik yaşamama, bilincimi sana yönlendirmeme, sürekli sürekli içmeme, kelimlerin kifayetsiz olma durumuna, vesaireye vesaireye.. İnadıma öfkeleniyorsun. Seni bırakmama, seni özgürlüğüne salmama hiddetleniyorsun. Bu da aşk işte, bu da entrika. Bu da soysuzlaşmanın, aşkın getirdiği dalaveralarla kendine kilitlenmenin başka bir çeşidi. Peki anahtar nerede sevgilim? Peki anahtarın üzerindeki yivler kimin eseri? Dur dur, bağırma.

Bunlar da geçecek şüphesiz. Seni unutmama kaç yüzyıl kaldı ki. Bir küsme, bir burulma biçimiyle gidişinin ardından şehrin gri cephelerine fevkalade ağır bir el bombası gibi düşen bunaltının bıraktığı korkunç acının unutulmasına kaç yüzyıl kaldı ki. Yaralandım, bütün noktalarımdaki nöbetçiler de yaralandı. Çığrından çıkmış bir ayaklanma gibi ağlamakta yalnızlığım. Bir gerçek aramıyorum felakete. Bir bahne göremiyorum arkadaşlarımın beni teselli etmek için söyledikleri kelimelerin hanesinde. Ama yokluğunu doldurmuyor sevda siyasetinin hançerleri. Ama bilemiyorum yağmurun ardından artık hangimiz suçlanacak.

Ben sende ardı arkası kesilmeyen bir korku sevdim. Ben bir cüce çocuk sevdim sende sıska. Şiddetli ve hayret uyandıran manevralarla kendi kanına olan saplantılı aşkını sevdim. O rutubet kokan loş yüzündeki kanalizasyonları, az kelimeyle kurduğun cümlelerdeki gizli soru işaretlerini, barlardan çatlak bardak gibi atılmayı beklemeni, serserice patlamalarını, yuttuğun toplu iğneleri ve bir film hilesi hissi uyandıran utangaç hasret pozlarını sevdim. Dokunamadım sana. Parmakuçlarım neşterdi çünkü. Kırılan bir kemiğin sesiyle veda ederken, 

bir nedeni yok yalnızca öptüm. "

21.5.12

Fonda güzel bi müzik, elinde içki şişesi, içmeyi de beceremezsin ya hani, olsun.
Onu hatırlarsın. Ah ulan dersin, o şimdi burda olsa. Yanında. Elin yüzünde, kalbin ise ağzında.
Doğum günlerine önem verirsin sen çünkü. Doğduğun gün tüm sevdiklerin yanında olsun istersin. Olmadıklarında sinirlenirsin.
Hele ki o, tam dibinde olsun istersin. Parmak uçların kadar yakınında.
Dualar edersin, bi yandan da bunun asla olmayacağını düşünür küfüler yağdırırsın kendine.
He tabii bu arada ne mi olur? Doğum günün, sana ızdırap olur. O düzdüğün aşkın ızdırabı gibi.
İçersin.
Sonra yine.
Yine.
Başın döner, rezil olmaktan da korkarsın hani hep. Sarhoş olmaktan kaçarsın onu aramamak için.
Kapı çalar, gidersin.
Ve bu noktada yazının devamını bile getiremezsin.
Hayat durdu. Eks.
Lan kızım kendine gel, işte yine karşında. Orada. Dört yıl boyunca olduğu gibi, karşında. Yine gitmedi, yine bırakmadı. Aptal karı yine ağzın kulaklarında kendine gel.
Hayat bunları yazarken bile durdu.
Konuşursun, sarılırsın, öpersin, sevişirsin, kokusunu içine çekersin, uyuyuşunu izlersin, yüzünün bütün inceliklerini hafızana kazırsın yine defalarca, ayrı kaldığın tüm zamanların hıncını sadece bir gecede çıkartırcasına.
Sevdiğini söylersin, sevdiğini söyler.
"Ben seninle mutsuz olmak istiyorum" dersin, "ben seni mutsuz etmek istemiyorum" der.
Ağlamamak için zor tutarsın kendini, sonraya saklarsın. Çünkü ağlamanı görmesini istemezsin. Çünkü üzülsün istemezsin. Hiç istemezsin. O, dünyanın en mutlu adamı olsun istersin.
Saatler geçsin istemezsin.
Saatler geçer.
O gider,
doğum günün biter.


Ömrü hayatım boyunca şu "ben seninle mutsuz olmak istiyorum be adam" cümlesini kaç kere daha zikredeceğim bilinmez.

9.5.12

Bazen hiç tanımadığın birine umut bağlarsın
ve çok da güzel olur.
çünkü onu hiç tanımazsın. 
sadece anlatır ve sadece dinlersin.

7.5.12

Hâkim olamıyorum bazen kendime. Yazmayacaksın diyorum, yazmayacaksın. Konuşmayacaksın. Adını anıyor musun hala?  Bak, kaç kere bahsettin arkadaşlarına. Kaç milyon kere zikrettin adını. Hiç kere. Hiç milyon kere. Hem ne kaldı geriye. Dört seneye sığdırılmış anılar, birkaç fotoğraf, birkaç yazı. Bunlar dışında ne var? Ne mi var. Evet kadın, hayatın var.
Elleri var, hani o tek tek damarlarını okşadığın elleri. Elini ilk tuttuğunda kalbinin kucağına düştüğü elleri. Yolda yürürken elini tutmadığı zamanlarda içinden deliler gibi kızdığın elleri.

-sahi o mesajım saklı mıdır acaba hala?

Sesi, hani o çok sevdiğin sesi, gece yatmadan önce ninni gibi dinlediğin, duyabilmek için dualar ettiğin sesi. Yollar kat ettiğin, sesi. Ah mesafeler. Soktuğum mesafeler.

-“ben sadece iyi geceler dilemek istemiştim”

Arkadaşlığı mı, hah. O da neyin nesi. En yakın mı, seni en iyi anlayan mı. En iyi anlayan neyin nesi, seni şu siktiğimin dünyasında tek anlayanın sesi.

-“sen benim en yakın arkadaşım olduğun için sevgilimsin”

Her zora düştüğünde koştuğun, “o beni kurtarır” dediğin adamın güvenirliği. Ağzından çıkan her kelimeye taptığın, yaptığı her harekette “o yapıyorsa elbet bir bildiği vardır” dediğin adamın adamlığı. Sen denli kimsenin göremeyeceği adamlığı. Güzelliği. Yüzüne baktığında nefesini kesen, konuşmana engel olan güzelliği.

-Benim için en güzel sendin.

Manik depresif olmama neden olan da sendin. Oysa ki, onların arasında en neşeli olan bendim.
Sen yoktun, onlar beni zerre anlamazdı. Sadece bakmam yeterli değildi ki. Kimse bana “noldu anlat” demezdi.
Uyku düzenimin kafasının karışmasına neden olan sendin. Çünkü ben sabahlara kadar seninle konuşurdum. Çünkü sabahlara kadar vaadettiklerin. Çünkü sabahlara kadar her kelimenle huzur bulmam. Çünkü şimdi hiçbir şey bulamamam, kendimi bile bulamamam.

-Deli gibi dönüp durmam, hepsinin sonunda aynı yere varmam.

Bakırköy canımı acıtıyor. O durağa bakamıyorum. O şarkıyı sikip atmak istiyorum. Ya da o beni sikip atıyor, bilemiyorum. Artık dinleyemiyorum.
Sigara içmiyorum ben, seni kandırıyorum. Erken ölmek istemiyorum. Ama en çok senin benden önce ölmeni istemiyorum. Yalvarıyorum. Benden önce ölmeni istemiyorum.

-“sonuç çok basit. Yanına gelir yatarım”

İsteğini gerçekleştiriyorum. Dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Ağlamıyorum, içmiyorum, içer gibi sevmiyorum. Ama hala “benim artık kendime bile hayrım yok” diyen ağzının orta yerine sıçmak istiyorum. Ben senden hayır mı bekliyorum?

-senin en yakın arkadaşın olmaktan nefret ediyorum.